etmek değildi. Zaman-ı istikbâle ait şiddet-i ihâtasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.
Buna karşı, Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:
اِنَّ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَاِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا
yani, "Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir. Birgün gelip doğuracaklardır."
Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri, "Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatta idim. Fakat bu kadar veciz ve beligâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır" demiştir. Nitekim, Bediüzzaman'ın dediği gibi, ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeâir-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleştirmekle, ve şimdi Avrupa'da Kur'ân'a ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde, fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hadiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.
İşte, büyük ulemâ-i İslâm ve meşâyih-ı kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki, Bediüzzaman ne söylerse hakikattır. Bediüzzaman'ın eserleri sünuhat-ı kalbiye olup, cumhur-u ulemânın tasdik ve takdirine mazhardır.
Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mektep ve fen, Bediüzzaman'ın eserlerinden sadece istifaza ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur'ân-ı Kerimden başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüz otuzu Türkçe, on beşi Arapça olan eserlerini telif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehâdet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmî bir zât, öyle misilsiz bir ilânatla, ulûm-u cedide de dahil
etmek değildi. Zaman-ı istikbâle ait şiddet-i ihâtasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.
Buna karşı, Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:
اِنَّ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَاِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا
yani, "Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir. Birgün gelip doğuracaklardır."
Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri, "Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatta idim. Fakat bu kadar veciz ve beligâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır" demiştir. Nitekim, Bediüzzaman'ın dediği gibi, ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeâir-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleştirmekle, ve şimdi Avrupa'da Kur'ân'a ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde, fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hadiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.
İşte, büyük ulemâ-i İslâm ve meşâyih-ı kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki, Bediüzzaman ne söylerse hakikattır. Bediüzzaman'ın eserleri sünuhat-ı kalbiye olup, cumhur-u ulemânın tasdik ve takdirine mazhardır.
Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mektep ve fen, Bediüzzaman'ın eserlerinden sadece istifaza ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur'ân-ı Kerimden başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüz otuzu Türkçe, on beşi Arapça olan eserlerini telif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehâdet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmî bir zât, öyle misilsiz bir ilânatla, ulûm-u cedide de dahil