hakaik-i şeriata ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hale mağlûp olup—neûzü billâh—o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur.
Elhasıl, daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarikat iki kısımdır.
Bir kısmı, sabıkan geçtiği gibi, ya hale, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlûp olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen lâtifelerin mahkûmu olup, daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya istememekten değil, belki mecburiyetle, ihtiyarsız terk ediyor.
Bu kısım ehl-i velâyet var. Hem mühim velîler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu neviden, değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu bazı muhakıkkîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzip etmemektir. Belki ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese, olmaz.
İkinci kısım ise, tarikat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için, zevksiz, resmî birşey telâkki edip ona karşı lâkayt kalır. Git gide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder; bulduğu hakikati esas ve maksud telâkki eder. "Ben onu buldum; o bana yeter" der, ahkâm-ı şeriata muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mes'uldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Ehl-i dalâlet ve bid'at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İtizalde en mutaassıp bir fert olduğu halde,
hakaik-i şeriata ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hale mağlûp olup—neûzü billâh—o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur.
Elhasıl, daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarikat iki kısımdır.
Bir kısmı, sabıkan geçtiği gibi, ya hale, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlûp olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen lâtifelerin mahkûmu olup, daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya istememekten değil, belki mecburiyetle, ihtiyarsız terk ediyor.
Bu kısım ehl-i velâyet var. Hem mühim velîler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu neviden, değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu bazı muhakıkkîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzip etmemektir. Belki ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese, olmaz.
İkinci kısım ise, tarikat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için, zevksiz, resmî birşey telâkki edip ona karşı lâkayt kalır. Git gide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder; bulduğu hakikati esas ve maksud telâkki eder. "Ben onu buldum; o bana yeter" der, ahkâm-ı şeriata muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mes'uldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Ehl-i dalâlet ve bid'at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İtizalde en mutaassıp bir fert olduğu halde,