Sâniyen: Meşrutiyetin fecr-i sâdıkına kadar inşâ ve kitâbette tamamen hem ümmî, hem acemi idim. Her ne ki inşâ ettimse, üstâdımız olan meşrutiyetten öğrendim. Cinân-ı cenânda yemişler kemâle ermemiş iken kopardım. Eğer size ekşi gelirse, yüzünüzü ekşitip abûs, kamtarîr olmayınız.
Sâlisen: Müstehak olmadığım teveccüh-ü âmmeden neş'et eden bir şöhret-i kâzibe, bana tahmîl ettiği vazife-i mühimme ile, aczden neş'et eden atlamakla, nümâyişe, sahte ehliyetle ehil olmadığım birşeye girişmeye mecbur oldum.
Râbian: Fıtraten bendeki gurur, milliyeten bendeki fahriye, mesleken bendeki tahdis-i nimet, meşreben bendeki meyl-i tefevvuk, kavmiyeten bendeki meyl-i tecellüd ve meyl-i nümâyiş, şâş adama eserlerimde hakikatten fazla bir enaniyet gösteriyor. Evet, enaniyet var; benim değil, milletimin enaniyetidir. Benlik var; benim değil, sınıfım olan melâik-i medârisin izzetidir.
Hâmisen: Ben, Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i hayaldeki mütercim acemi; ya kalbin sözünü iyi anlamıyor veya lisânın diline âşinâ değildir. Hem, Türkçenin sarf nahivini bilmediğimden, mânâya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor. Hatta "evet, işte, şimdi, hem de, zira, olan, şu, bu" tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashihine de katiyen râzı olamıyorum. Zira, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder.
Sâdisen: Tabiatımdaki ifrat cihetiyle düşündüğümden, mütercim-i hayâlînin tercümesinde, hattatın imlâsında, tâbiin tâbında, mütâliin fehminde bâzan yanlış düşmekle, güzel bir hakikat çirkinleşiyor.
Sâniyen: Meşrutiyetin fecr-i sâdıkına kadar inşâ ve kitâbette tamamen hem ümmî, hem acemi idim. Her ne ki inşâ ettimse, üstâdımız olan meşrutiyetten öğrendim. Cinân-ı cenânda yemişler kemâle ermemiş iken kopardım. Eğer size ekşi gelirse, yüzünüzü ekşitip abûs, kamtarîr olmayınız.
Sâlisen: Müstehak olmadığım teveccüh-ü âmmeden neş'et eden bir şöhret-i kâzibe, bana tahmîl ettiği vazife-i mühimme ile, aczden neş'et eden atlamakla, nümâyişe, sahte ehliyetle ehil olmadığım birşeye girişmeye mecbur oldum.
Râbian: Fıtraten bendeki gurur, milliyeten bendeki fahriye, mesleken bendeki tahdis-i nimet, meşreben bendeki meyl-i tefevvuk, kavmiyeten bendeki meyl-i tecellüd ve meyl-i nümâyiş, şâş adama eserlerimde hakikatten fazla bir enaniyet gösteriyor. Evet, enaniyet var; benim değil, milletimin enaniyetidir. Benlik var; benim değil, sınıfım olan melâik-i medârisin izzetidir.
Hâmisen: Ben, Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i hayaldeki mütercim acemi; ya kalbin sözünü iyi anlamıyor veya lisânın diline âşinâ değildir. Hem, Türkçenin sarf nahivini bilmediğimden, mânâya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor. Hatta "evet, işte, şimdi, hem de, zira, olan, şu, bu" tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashihine de katiyen râzı olamıyorum. Zira, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder.
Sâdisen: Tabiatımdaki ifrat cihetiyle düşündüğümden, mütercim-i hayâlînin tercümesinde, hattatın imlâsında, tâbiin tâbında, mütâliin fehminde bâzan yanlış düşmekle, güzel bir hakikat çirkinleşiyor.