BEDİÜZZAMAN VE MÜSBET HAREKET
Cam Kulübeden [15. Bölüm]
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlahiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i ilahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.
—Emirdağ Lahikası, Bediüzzaman Said Nursi
Abdulvahid Gezer: TV111’den herkese merhaba. Cam Kulübeden’de bugün “müsbet hareket”i konuşacağız. Konuğumuz her zaman olduğu gibi Doç. Dr. Ahmet YILDIZ. Hocam hoş geldiniz.
Ahmet Yıldız: Hoş bulduk.
Abdulvahid Gezer: İsterseniz az önce okuduğumuz metne de atıfla “müsbet hareket”in tanımını tekrar irdeleyelim, hangi başlıklara odaklanmamız gerekiyor, onunla başlayalım.
Ahmet Yıldız: Esas itibariyle orada dikkat çeken bir kaç unsur var. Bir tanesi, rıza-i ilahiye’ye göre vazife-i imaniyeyi yapmak, O’nun vazifesine karışmamak. Rıza-i ilahiye kelimesi bize ferdi, sosyal ya da politik düzeyde mümin olarak yaptığımız her fiil ve davranıştan O’nun rızasını talep edecek dolayısıyla O’nun rızasına uyacak şekilde hareket etmeyi temel çerçeve olarak veriyor. O’nun rızasını nerde ararız biz? O’nun tanımladığı şekilde ararız. O’nun tanımladığı sınırların dışına çıktığınızda O’nun rızasına göre yapmış olmazsınız bu şeyi. Allah tesettürü emrediyorsa, siz tesettürü kendi farklı mülahazalarınızla ortadan kaldıramazsınız, tesettürsüzlük üzerinden O’nun rızasına göre bir davranış tarzı belirleyemezsiniz. Farzların tamamı böyle. Göründüğünüz gibi değil, olduğunuz gibi görünmediğinizde, dolayısıyla kendinize gizli bir gündem belirleyip, bu gündemin gereğine göre insanlarla ilişki kurduğunuzda, netice odaklı olarak insanlara yaklaştığınızda o zaman yine rıza-i İlahiye’ye göre bir davranış biçimi içine girmiş olmazsınız.
Bu açıdan aslında “müsbet hareket” kavramına eğer grup temelinde bir hareket tarzı olarak değerlendirirsek, Gülen kültünün müsbet hareketi tersyüz ettiğini, bütünüyle menfi hareketi kendisine esas kabul ettiğini görüyoruz. Burada söylemsel bir benzerlikten bahsetmemiz mümkün ama bu söylemsel benzerliğin tersyüz edilerek, bütünüyle temellük edildiğini, çalındığını ve suiistimale uğratıldığını görüyoruz. Neden? Çünkü siz Allah’ın rızası dışında bir rıza talep edemezsiniz, o rızayı da O’nun tanımladığı şekilde anlamak zorundasınız. O zaman namazınızı kılmama, mesela kamusal alanda namaz kılarken görünmeme, Cuma namazlarına gitmeme, namazı öteleme, namaz kılan bir insan olarak görünmeme ya da dindar bir görüntü vermeme, dindar bir görüntü vermemek için içki içer gibi görünme ya da içme, büyük günahlar olarak adlandırdığımız günahlardan uzak durmama ve dolayısıyla da bulunduğu yerde kendisine bir iktidar konsolidasyonu sağlama amacına dönük olarak her şeyi yapabilme, her renge girebilme... Bunu yapanlar netice odaklıdırlar. Oysa buradaki hareket tarzından anladığımız şekliyle, sadece O’nun rızasına uygun davranmaktır. Vazife-i ilahiye’ye karışmamaktır. Çünkü neticeyi yaratacak olan Allah’tır. Biz sebeplere başvururuz, sebepler nedir bizim açımızdan baktığımız, zaman sadece duadır. İnsan da acz ve fakrıyla sadece kavli ve fiili olarak dua edebilen varlıktır, isteyen bir varlıktır. Neden? Çünkü biz aciziz. Neden? Çünkü biz yoksuluz, bu acizlik ve yoksulluk Allah’a karşı bir acizlik ve yoksulluktur. Öyleyse biz yapamadığımızı O’ndan isteriz. Çünkü O neticeleri yaratandır. Biz o neticelerin yaratılmasına dönük talepte bulunuruz, dua da netice de O’ndandır. Ağaç da meyve de O’ndandır. Biz ağacı kendimiz oluştururuz, meyveyi alırız düşüncesiyle hareket edersek o zaman işte vazife-i İlahiye’ye karışmış oluruz. Ben şunları şunları yaparsam, eğitim sistemine nüfuz eder daha sonra da siyasi ve ekonomik elitleri değiştirdiğim insanlar üzerinden oluştururum, bunları oluşturduğum zaman da siyasi iktidarları kontrol ederim gibi bir tasavvura sahipseniz, devletin güvenlik cihazlarına nüfuz ederken, yine aynı şekilde belli bir zaman sonra bunları ben kontrol ederim düşüncesine sahipseniz, o zaman, ben şu şu sebeplere başvurduğumda şu netice ortaya çıkar diyen, nedensellik ilkesine tapan esbapperestler sınıfı içerisine girmiş, şirke bulaşmış, tevhidden uzaklaşmış olursunuz.
Müslümanın böyle bir derdi yoktur, olamaz da. Yangını söndürmek için su taşımaya çalışan karınca konumundan daha üstün bir konuma sahip değildir mümin. Tek yaptığı şey kendisine, ailesine, içinde yaşadığı topluma ve insanlığa Allah’ın rızasına uyacak şekilde faydalı olma gayreti içerisinde olmaktır. O, neticeyi Allahtan ister. Dolayısıyla müsbet hareket esas itibariyle bizim Allah’la kurduğumuz ilişkinin ihlas temelinde olmasını ifade eder. İhlas esprisinden uzaklaştığınızda, O’nun rızasının dışında, başkalarının da sizi taktir etmesini, bu başkaları ülkeler olabilir, farklı inanç mensupları olabilir, yaptıklarınızla ‘’bir ihtişam, güç gösterisi’’ yaparak, insanları etkileyerek, taktir edilmek gibi bir amaç güdüyorsanız yine siz taktiri Allah’tan değil insanlardan—bu insanlar işte dediğim gibi siyasi veya sosyal düzeyde farklı farklı olabilir—beklemiş olursunuz. Gizli gündem müsbet hareketle hiçbir zaman bir araya getiremeyeceğiniz bir durumdur. Neyin gizli gündemi? Mümin şeffaf bir varlıktır. Başkasına açıklayamayacağı ya da başkasından gizleyebileceği hiçbir düşüncesi, kanaati, duruşu olamaz. Esasen Kant’ın “kategorik imperatif”i de—evrensel emridiyelim—ahlaki ölçüsü de bunu içerir. Başkasına karşı izah edemediğiniz hiçbir fikri benimsemeyin. Bu o fikrin ya da düşüncenin ahlakiliğini benimseyen unsurlardan birisidir. Takiyye bunun tam tersini ifade eder. Başka? “İnnemel hiletü fi terkil hiyel (en büyük hile hilesizliktir)” olarak ifade edilen, o kadar şeffaf, o kadar net, o kadar açık bir pozisyon alırsınız ki asla hileye, aldatmaya ve takiyyeye başvurmazsınız. Ama karşınızdakiler farklı mülahazalarla hareket ediyorlarsa bunu asla anlayamazlar. Mutlaka bunun arkasında başka motifler ararlar ve dolayısıyla onlar sizin hilesizliğiniz, dürüstlüğünüz, net duruşunuz üzerinden kendilerini aldatmış olurlar. Dolayısıyla müminin O’na dayanma, tevekkül etme dışında bir gücü yoktur. Müspet hareket, Allah’a karşı olan bu güçsüzlüğü merkeze alıp sadece O’nun rızasını talep ederek, sadece O’nun tarafından takdir edilmeyi esas alan ferdi, toplumsal ve siyasi izdüşümleri olan bir hareket tarzıdır.
Abdulvahid Gezer: Şimdi bir hareket tarzı dedik, ben bu müspet hareket kavramına neden ihtiyaç duyulduğunu merak ediyorum. Yani nasıl bir kapsam içerisinde tanımlıyoruz müspet hareketi ve neden böyle bir kavrama ihtiyaç duyuyoruz? Yani tarihsel olarak Bediüzzaman’a gelene kadar ehl-i sünnet gelenek çizgisinin vaaz ettiği normlarla müspet hareketin ilişkisi nasıl?
Ahmet Yıldız: Aslında şu mesele ilginç olabilir; Bediüzzaman’a sorulan bir soru; Şeyh Said hadisesine benzer bir hadiseye neden kendisinin de katılmadığı ya da o hadiseye destek vermediği... Sonuç itibariyle İslami şeairi tahrip eden, İslam’a doğrudan savaş açan bir siyasi otoritenin gayr-i meşruluğu ortadayken neden aynı şekilde böyle bir harekete destek vermediği sorusuna verdiği cevap... Görünürde böyle bir hareket sınırlı sayıda menhiyatın ya da olumsuzluğun kaldırılmasını belki mümkün kılacakken—bu şüpheli bir durum, şüpheli bir durum olması temkin ekolüne de gönderme yapıyor burada—asıl mesele olan milyonlarca insanın ebedi hayatının kurtulmasına vesile olabilecek Risale-i Nur’un ortadan kalkması, ortaya çıkmaması ya da bu çizgide çalışamaması gibi bir neticeyi doğuracaktır. Yani deyim yerindeyse üç yüz kişinin kurtulması için üç milyon kişinin feda edilmesi anlamını taşır. Oysa dünya hayatı ahiret hayatına nispetle yok hükmündedir, kısacık bir hayattır. İnsanın dünya hayatında karşılaştığı zorluklarla mukayese edildiğinde ahiret hayatında uğrayacağı yoksunluklar elbette mukayese kabul edilmeyecek kadar önemlidir. Dolayısıyla insanların manevi hayatının kurtulmasına vesile olacak, imanlarını tahkim edecek Risale-i Nur hareketinin ortaya çıkmasını engelleyecek bir durum çok büyük bir zararın davet edilmesi anlamına gelecektir. İşte müspet hareket budur. Her fiilinizde, her davranışınızda Allah’ın rızasını ve ahireti öncelemeniz, ona dönük olarak hareket etmeniz demektir. Dünyayı hiçbir zaman esas yapmamanız anlamına gelir burada, güç kullanımı da bunun içerisinde. Gücü niçin kullanırsınız? Sonuçta Allah’ın rızasına uygun bir hayat kaygısı üzerinden yapmaz mısınız bunu? Bunu yaparken de o rızanın tanımladığı ölçüler içerisinde hareket edersiniz. Ne diyor DEAŞ teorisyenlerinden Abdullah Azzam, “savaşın ahlakı olmaz, savaşta kadın da öldürülür, çocukta öldürülür, çevreye de zarar verilir, çünkü kitle imha silahların hedefini sınırlayamazsınız ki, belirleyemezsiniz ki öyle ise bu kabul edilemez bir durumdur, böyle bir şey yoktur.” İşte bu menfi harekettir. Sosyal ve siyasi değişimi, siyasi ve zora dayalı arayışlarla gerçekleştirmeye kalktığınızda ortaya pozitif, inşa ettiğiniz bir şey ortaya koymazsınız. Yok ederek, ortadan kaldırarak bir şey yapmaya çalışırsınız. İşte bu menfi harekettir. Müsbet hareket ise inşa ederek, tamir ederek, ortaya bir şeyler koyarak, meydana getirerek hareket etmektir.
İnsanların kalplerindeki ve akıllarındaki imanı, tevhid perspektifini tahkim ederek mana-i harfi perspektifi üzerinden Esmaü’l-hüsna’ya dayanan bir bakış açısıyla hem siyasi, toplumsal hadiseleri hem de kainatı anlama, onun anahtarlarını sunma yaklaşımını insanlara vermek nerede, kısacık dünya hayatı için geçici olan bir takım sıkıntıları ortadan kaldırmak amacıyla çok daha fazla sıkıntı üretecek hareket tarzlarını benimsemek nerede?
Dolayısıyla müsbet hareketin esprisi burada özellikle de belki birazdan konuşacağımız dahil ve hariç kavramları üzerinden şiddetin bir araç olarak kullanılmasına meşruiyet atfetmemektir.
Abdulvahid Gezer: Mesela Bediüzzaman’ın nur ve topuz karşıtlığını kullandığı bir benzetmesi var. Bu benzetme birazdan da konuşacağımız dahil ve hariç meselesinde herhalde dahile bakan bir mesele ve diyor ki; çok cüz’i bir kısmı ayıltmak için topuz kullanılabilir fakat bu topuz diğerlerini ürkütecektir. Bu az önce verdiğiniz örnekle de birlikte giden bir mesele. O halde biz müsbet harekete bir yer tayin etmiş oluyoruz anladığım kadarıyla. Dahil-hariç ayrımı da bu yer tayiniyle alakalı bir mesele.
Ahmet Yıldız: Şu anlamda aslında, bunları iç içe geçmiş halkalar olarak düşünebiliriz. Bunları büyütmemiz gerekiyor çünkü. En temel merkeze kişinin kendisini, onun dışındaki halkaya mensubiyet duyduğu grubu, bu Risale-i Nur’la ilişkili bir grupsa o grubu ya da o grubun bütününü, sonrasında bütün Müslümanları, sonrasında da bütün insanlığı yerleştirmemiz gerekiyor. Bunlar müsbet hareketin halkalarını, iç içe geçmiş çemberleri oluşturur. Bunları müsbet hareketi sadece merkeze inhisar ettiremeyiz, ama merkezden başlayarak çevreye doğru yayılan çok geniş bir perspektiften söz ediyoruz.
Modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan çok büyük zihinsel dönüşümün farkında olmamız gerekiyor. Bu zihinsel dönüşüm, Allah’ın verili olduğu bir toplumsal yapıdan, Allah’ın seçili olduğu bir toplumsal yapıya geçişi işaret ediyor. Bu Müslüman toplumlarda da zaman içerisinde meydana geldi. Charles Taylor’ın sekülerleşmenin parametrelerinin biri olarak zikrettiği unsurlardan birisi bu. Doğduğunuz toplumda Allah inancını verili olarak alırken, artık sekülerleşmiş modern toplumlarda Allah inancı bu şekilde insanlara ulaşan bir inanç olarak gelmiyor, seçili olarak yani siz tercih ettiğinizde, ulaşmaya çalıştığınızda fark edebileceğiniz bir şey. Bunu aileden de alabilirsiniz, toplumdan da, farklı yerlerden de ama artık bu size verili olarak ulaşmaz. Mahalleli kültürüne mündemiç olarak var olan bu inanç şimdi artık yoktur, parçalanmıştır. Değerlerin çoğulculaşması ve farklılaşması sürecinde sizin kendinizin kendi sosyalleşme sürecinizin sonucunda bunu edinmeniz gerekir. Bu büyük dönüşüm insan ile Allah arasına büyük bariyerler koymuş, bu bariyerlerin en başında da nedensellik ilkesi ve bu nedensellik ilkesinin materyalizme alet edilmesi sonucunda ortaya çıkan sözde bilimsel anlayış diyelim. Dolayısıyla bu kaba pozitivizm şeklinde ifade edebileceğimiz bakış açısı, insanların hem varlık hem de bilgi anlayışını, dolayısıyla da değerler bazında ahlak anlayışlarını bireyselleştirerek iyiyi tamamen mutlak anlamda nispileştirmiş ve hakikatin mutlak nirengilerini ortadan kaldırmıştır.
Bu büyük dönüşüm karşısında yapılması gereken şey; bu büyük yeniden inşayı gerçekleştirebilmektir. Bu büyük yenide inşa Esmaü’l-hüsna üzerinden insanın tabii ve tarihi çevresine, toplumsal çevresine bakışını yeniden inşa etmek ve bunu tamamen tevhidi bir temele oturtmaktır. İşte müsbet hareket buradan başlayarak bunun gerçekleşme biçimini ifade eder, buna ilişkin ortamın oluşturulmasını ifade eder. Bu ortamın oluşturulmasında geçmişte maddi cihat dolayısıyla güce dayalı cihat çok önemli bir merkezi yere sahipken, ilah-yı kelimetullah bugün onun dışında artık insanların küresel bir dünyada birbirleri ile bireysel düzeyde inançlardan, sınırlardan, etnik aidiyetlerden, sınıflardan bağımsız olarak etkileşebildiği bir ortamda sözün ve iknanın gücüne dayalı olarak ilişki kurmasını ifade eder. Bu ilişki üzerinden kendisini en iyi anlatan, ifade eden ve rızaya dayalı olarak kabul ettirme ilişkisi, işte müsbet hareket budur.
Müsbet hareket, gücün sözünün geçtiği bir ortamdan sözün gücüne dayalı bir ortama ve etkileşim biçimine geçmeyi ifade eder. Bu büyük dönüşüm açısından baktığımızda, bu da karşılıklı güveni gerekli kılar. Güvenin olmadığı yerde etkileşim olmaz, diyalog hiç olmaz, empati de ortadan kaybolur. Oysa bütün bunlar bizim etkileşmemiz, sözlü ve hali iletişimimiz için zorunlu şeylerdir. Bu güven ortamının oluşturulması açısından da güç ve şiddet artık meşruiyetini yitirmiş araçlardır. Bu açıdan özellikle Müslümanlar arasındaki ilişkilerde hiçbir şekilde şiddete yer kalmadığını belirtmemiz gerekiyor. Bediüzzaman bunu zaten İslam tarihine baktığımızda da bu Müslümanlararası şiddetin çok sınırlı bir şekilde mevzi durumlarda ortaya çıktığını genel olarak böyle bir durumun sözkonusu olmadığını belirtir. Öyleyse Müslümanın Müslümana karşı şiddet kullanması hiçbir şekilde meşru değildir, müspet hareket bunu kategorik olarak reddeder. Nerede reddeder bunu? Mekan olarak tanımlarsak bu darü’l-İslam’dır. Dolayısıyla “dahil” kavramlaştırmasını—darü’l-İslam kavramlaştırması tarihi bir kavramlaştırma olmakla birlikte içtihatlar üzerinden belirlenen bir kavram olmakla birlikte—bugüne uyarladığımızda Müslümanların bugün bu toplumlarda çoğunluk ya da azınlık birbirleri ile kurdukları ilişkide asla şiddete başvurmamaları gerektiğini belirtir Müslümanın Müslümanla kurduğu ilişki biçimi açısından. Müslüman olmayanlarla kurduğu ilişki biçimi açısından ise sadece kendini savunmaya dönük bir şiddet kullanımına, yani savunmaya dayalı tedafüi karakterde bir cihada izin vardır. Maddi cihada. Maddi cihad dolayısıyla son derece sınırlanmış, bugünün cihadı “elmas kılıçlar” metaforu üzerinden kendisini ifade eden manevi cihad kavramlaştırmasıyla küresel ölçekte gerçekleşmektedir.
O zaman dahil-hariç kavramını biz İslam üzerinden ve Müslümanlar üzerinden tanımlamak durumundayız. Bunu tanımladığımız zaman da hariç olan ilişkimizin zorunlu olarak bir çatışma ve şiddet ilişkisi olmadığını, saldırganlığa maruz kalma durumunda savunmaya dayalı, haklarını muhafazaya dayalı bir karşı koyma olduğunu da hatırlamamız gerekiyor.
Abdulvahid Gezer: Ben yeniden siyaset ve müspet hareket ilişkisine dönmek istiyorum. Başta bahsettiğimiz Şeyh Said hadisesi olsun, diğer nur-topuz metaforunun kullanıldığı kısımlar olsun, burada şöyle bir soru geliyor benim aklıma; siyaset ve iman hizmeti arasındaki ilişki sıfır toplamlı bir ilişki midir? Yani siyasetin olduğu yerde iman hizmeti yapılamaz anlamı mı çıkıyor buradan, yoksa iman hizmeti ile meşgul olan bir insan aynı zamanda siyasi haklarını kullanmaya yönelik aktif bir pozisyon da elde edebilir mi?
Ahmet Yıldız: Bu aslında önemli bir soru. Şu noktayı da ekleyerek bu konuya bir giriş yapalım. Müslümanlar arası ilişkilerde belirleyici parametrelerden birisi şiddetin yokluğu kullanılmaması, ikinci bir unsur da hakikatin inhisar altına alınmaması bireysel ve grup temelinde. Ama genel olarak Müslüman dünyadaki İslami gruplara baktığımızda çok ciddi bir meşrep, grup inhisarcılığı görebiliyoruz. Bazen bu dışlamaya, reddetmeye ve son derece gergin ilişkiler doğurmaya aday bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Her grup kendi doğrusunu tek doğru olarak görme eğilimine girdiğinde, sadece bu doğrudur anlayışını genele dayatmaya kalktığında, aslında bu diğerinin iradesine saygı göstermeme, diğerinin tercihini yok sayma, farklılıklara açık nazariyat alanını daraltarak nass alanına taşıma ve dolayısıyla da hakikati tekelleştirerek mutlaklaştırma gibi kesin inançlılık sonucunu doğuran, dolayısıyla buna isterseniz yobazlık deyini isterseniz körü körüne bağlanma deyin ama kesin inançlılığın çeşitli formları üzerinden kendisini ifade eden ilişki biçimlerini davet eder.
Müslümanlar arasındaki ilişkilere baktığımızda maalesef bunları çok fazla görebiliyoruz. Türkiye’de de bunun örneklerine rastlayabiliyoruz, Müslüman dünyanın tamamında da.
Müslüman gruplar arasındaki kolektif meşrebi anlayışların çok şiddetli bir şekilde diğerini ötekileştirdiğini, reddettiğini ve İslam’ı doğru anlama biçimini tekelleştirme eğilimi ortaya koyduğunu görüyoruz. Oysa gelenek bize bu edebi de çok güzel şekilde öğretir. “Allah u alem bissavab” demeyi biz de kolektif düzeyde öğrenmek zorundayız. Biz böyle düşünüyoruz, Allah’ın rızasına bunun uygun olduğu kanaatindeyiz ama bu böyle de olmayabilir, doğrusunu Allah bilir... Belki de sizin söylediğiniz daha doğru olabilir... Neden? Çünkü sizin anlama biçiminizin daha doğru olmadığına dair elimde kesin bir delil yok, konuştuğumuz konu farklılıklara, farklı yaklaşımlara açık bir alandır. Dolayısıyla bir tercihler alanından bahsediyoruz. Tercihler alanından zorunluluk alanına geçiş yaparsanız, tercihleri ortadan kaldırıp onu zorunluluklar üzerine tanımlarsanız, o zaman iç çoğulculuk ortadan kalkar, karşımıza totalitarizm çıkar. Bayağılaşmış bir totalitarizm üzerinden asla insanlarla İslam’ın güzelliklerini paylaşma gibi bir söylem ya da ilişki biçimi oluşturamazsınız. Karşınıza o zaman IŞİD de çıkar, El Kaide de çıkar, kendisine haklılık gerekçesi nereden devşirirse devşirsin reddedici, dışlayıcı ve İslamafobiyi tetikleyen ve tahrik eden hareketleri buradan görebiliriz.
Siyasete gelince, siyaset iktidar kullanarak bağlayıcı sonuçlar üretmek olduğu için siz insanların kalbine ve akıllarına ikna üzerinden ulaşma, onları dönüştürmeyi hedefleyen iman hakikatlerini insanlara ulaştırdığınızda, bunu sınırlamamak, herkese ulaşmak gibi bir yükümlülükle karşı karşıyasınız. Çünkü dinin hedef kitlesi en-nas, bütün insanlıktır. Bütün insanlığa hitap eden müminler bu hitabı sınırlayacak olan milli, sekter, sınıfsal her türlü kısıtlardan arınmak, onun ötesine geçmek ve sadece insan olarak ulaşmak, hakikat arayışında olan mükerrem birer varlık olarak ilişki kurmak zorundadırlar. Oysa siz siyasi bir renk aldığınız anda liberal olarak, bir cumhuriyetçi olarak atıyorum Türkiye’deki herhangi bir siyasi parti üzerinden kendinizi ifade edip aynı zamanda dindar bir kimlikle bunu sunmaya kalktığınızda bu muhtemelen yansıma bulmayacaktır. Çünkü siz siyasi tercihler üzerinden farklılaştığınız insanlara, insan olarak hitap etmeniz gereken ortak bir dil oluşturamazsınız. Siyaset bu açıdan ayrıştırır böler, sizi birbirinizden ayırır. Siyasi bir görüntü üzerinden imani hakikatlerin aktarılması imkansız bir şeydir. O yüzden bütün insanlığa hitap eden, insanların hakikat arayışına karşılık gelen ve insanın temel meselesi olan Allah’a kul olma bunu da tevhid esprisi içinde gerçekleştirme ve Esmaü’lhüsna’ya dayalı bir imanı ikmal etme çabası siyasal bir renk üzerinden, siyasal bir kanal üzerinden kendisini ifade edemez. Siyasallaştığı anda sekterleşir, dini belli bir grupla ilişkilendirmek gibi bir sonuca yol açar.
O yüzden emniyeti kırması, güvensizlik oluşturması bir yana; taraflaştırması kendi başına zaten sizin bariyer oluşturmanız anlamına gelir. Bu siyasal olanın reddi değildir. Özellikle Bediüzzaman’ın yaklaşımı açısından baktığımızda Risale-i Nur geleneğinden gelenlerin bu alana yoğun olarak tahşidat yapmaları, bununla uğraşmaları gerektiğini söyler. Siyasal olan da önemlidir. Bu siyasal olanın reddi anlamına gelmez ama siyasal olanla Risale-i Nur geleneği dışından gelenler zaten uğraştıkları ve meşgul oldukları için ve bu alan zaten görünürde insanlara çekici geldiği için asıl merkezde olan, görünürde çok cazip gibi gelmeyen temel meselelere yoğunlaşmanın müspet hareketin bir geleneği olduğunu söyler.
Dolayısıyla müspet hareketin biz Risale-i Nur geleneğine ilişkin özelleştirilmiş meşrebi bir niteliğinden bahsedebiliriz. Bunun dışında ondan bağımsızlaşan bütün Müslümanlara taalluk eden boyutları olduğunu söyleyebiliriz. Dahası bütün Müslümanları da aşan, insan olmamızla ilişkili olarak paylaşabileceğimiz unsurlara da sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Abdulvahid Gezer: Geçtiğimiz programda Aliya İzzetbegoviç’ten alıntıyla hukuksuz olan bir kanunun hukuksuzluğunu bilsem de ona uyarım cümlesini aktarmıştınız. Bediüzzaman’ın ise böyle bir çizgide olmadığını paylaşmıştınız. Bu anlamda hukuksuzluğunu bildiğimiz bir kanuna riayet etmemenin başka örneklerini de biliyoruz dünya siyasi tarihinden. Ve “sivil itaatsizlik” olarak adlandırılan bu örneklerin “müspet hareket”le karıştırılması kimi zaman sözkonusu. Ben bu ikisi arasında bir ayrım var mıdır, varsa nasıl bir ayrımdır merak ediyorum?
Ahmet Yıldız: Sivil itaatsizliğin felsefi arkaplanına nüfuz etmek gerekir. Sivil itaatsizlik sadece siyasal düzeyde ortaya çıkan bir pratik değildir, bir politika tarzı değildir. Siyasette bu bakış açısının ciddi bir felsefi arka planı vardır. Hakikatin gücüne tutunma “sastra graha” kavramıyla ifade edilen Gandici yaklaşımın elbette Hinduizmden de beslenen çok ciddi kökleri var. Bu şiddetsizliği mutlaklaştıran bir yaklaşımdır. Bir, tedafüi durumunda maddi cihada izin veren yaklaşımdan farklıdır. Farklılaşma yapısı olarak bunu da ifade etmek gereki. İki, sivil itaatsizlik tamamıyla siyasi bir davranış tarzıdır, politik bir davranış biçimidir. Oysa müspet hareket, iman merkezli bir davranış biçimidir. Siyasala da uzanan yansımaları vardır. Dolayısıyla biz müspet hareketin siyasal izdüşümlerinden bahsedebiliriz. Oysa sivil itaatsizliğin kendisi doğrudan siyasi nitelik taşır. Bu açıdan da bir nitelik farkı olduğunu unutmamız gerekir.
Bu şekilde baktığımızda sivil itaatsizliğin genel de olmadığını oysa müspet hareketin genel bir duruşu temsil ettiğini ifade edelim. Çünkü sivil itaatsizlik belli bir konuda mesela; sınır ötesi hareketlilik, gidiş-geliş; bunu sadece işte şu mekanda, şu mahallede bulunma şurada bulunmama, burada sadece beyazlar burada sadece siyahlar bulunabilir. Bunlar asla karışamaz, hangi hastaneye gideceksiniz hangi sokakta bulunacaksınız, hangi çeşmeden içeceksiniz vs. buna karşı çıkabilirsiniz belli bir alanda. Mesela Alabama’da 1958’de ilk defa siyah bir kadın bir otobüse biniyor ve siyahların oturmaması gereken ön bölüme oturuyor. Ya da ilk defa siyahi bir öğrenci federal bir üniversiteye öğrenci olarak kaydoluyor. Belli bir alanda, belli bir amacı gerçekleştirebilmek için orada cari olan yasal düzeni reddediyorsunuz, ona aykırı davranıyorsunuz, bunu bilerek yapıyorsunuz, bunu aleni bir şekilde yapıyorsunuz, bunu şiddete başvurmadan yapıyorsunuz, bunun sonucunda maruz kalabileceğiniz dışlama, şiddete uğrama, hapsedilme, haklarından yoksun bırakılma gibi sonuçları da göze alarak bunu gerçekleştirmeye ve böylece insanların vicdanını harekete geçiren sonuç almaya çalışıyorsunuz pek ala, çok güzel. Ama müspet hareket bundan daha farklı bir şey.
Abdulvahid Gezer: Ayrıca sivil itaatsizliğin içerisinde bir de toplumsal, toplumu uyarmak yani toplumu provoke etmek ve bir hareket üretmek gibi maksat da var, ki biz müspet hareket kavramının merkezinde bir de asayiş kavramını gördüğümüz için bu ikisi…
Ahmet Yıldız: Sivil itaatsizlik araçlarına baktığımızda bu açıdan da bir farklılık görünüyor. Çünkü mesela boykot, yol işgali, okul işgali müspet hareket açısından düşündüğümüzde kabul edemeyeceğiniz araçlardır. Neden? Çünkü başkasının haklarına zarar veriyorsunuz. Kendi amacınıza ulaşabilmek için mesela ulaşım hürriyetini engelliyor, aksatıyorsunuz. Seyahat hürriyetini aksatıyorsunuz, eğitim hürriyetini aksatıyorsunuz, dolayısıyla başvurduğunuz araçlar şiddet içermese de başkasının rızasını almadan onun haklarını yok sayma, engelleme gibi bir sonuç doğuruyor. Bu ciddi yoksunluklara da yol açabilir, mağduriyetler de üretebilir. Dolayısıyla kullandığı araçlar açısından da çok önemli farklar vardır. Müspet hareket mutlak adaleti esas alır. Rızaya dayanmadığında en küçük hak ihlalini bile adaletsizlik olarak görür. Ve asla bunu da küçük görmez. En küçük bir adaletsizliğe bile araç olarak ehven-i şer diyerek bakmaz ve değerlendirmez. Bunda da saf adaleti esas alır. Bu açıdan siyasi bir hareket tarzı olmadığını söyledik ama siyasal alana izdüşümleri olan bir bakış tarzı ve hareket tarzı olduğunu söyledik. Şiddetsizlik, siyasi bir sonucu elde etmek için kanunlara uymama açısından baktığımızda yüzeysel bir takım benzerlikler olmakla birlikte mahiyet itibari ile ciddi farklar olduğunu söylememiz gerekiyor sivil itaatsizlik ile müspet hareket arasında. Bu arada müspet hareketi asla pasiflikle de ilişkilendirmemek gerekiyor. Müspet hareket kendi doğrunuzdan şaşmadan, onda sebat ederek ama bunu doğru araçlarla ifade etmektir.
Abdulvahid Gezer: Başta da bahsettiğiniz gibi Ehl-i sünnet geleneğindeki temekkün duruşuna…
Ahmet Yıldız: Sabır geleneği dersek daha doğru olur. Çünkü temekkün de netice odaklı başarı şansı olduğunu düşündüğünüzde Bediüzzaman’ın “reddetme” dediği yola başvurmayı içerir, Mutezile geleneği açısından düşündüğümüzde. Dolayısıyla bu sabır, aktif bir sabırdır. Aktif sabır şu anlama gelir, yani terk-i dünya, ilgilenmeme, ne olursa olsun önemsememe gibi bir yaklaşıma dayanmaz bu. Bediüzzaman’ın siyasal alanla kurduğu ilişki, aktif bir ilişkidir. Ve esas itibari ile siyasal alan demokratikleştikçe, katılıma açık hale geldikçe Bediüzzaman’ın da bu katılımı ortaya koyduğunu görüyoruz hayat süreci içerisinde. Dolayısıyla Bediüzzaman İslam’a açıktan aykırı olan, insani olmayan hukuk dışı bütün pratiklere muhalefet etmiştir. Bu muhalefetini onu kabul etmeyerek ve uymayarak göstermiştir. Ama onu değiştirmek için politik ya da şiddet içeren araçlara da başvurmamıştır.
Çünkü netice odaklı değildir. O yüzden başına gelen her türlü sıkıntıya sabırla mukabele etme ve o sabır içinde şükürle Allah’la ilişki kurma gibi bir tavır ortaya koymuştur. İşte müspet hareket budur. Eğer size mesela Latin alfabesini dayatıyorsa Risale-i Nur hareketi bidalara muhalefet etme, şeair-i İslamiyyeyi muhafaza etme esprisi içerisinde buna muhalefet etmiştir. Türkçe ezanı dayatmışsa, Türkçe ezan okumamıştır gibi... bireysel ölçekte ortaya çıkan ama genel olarak gruba da teşmil edebileceğimiz pratiklere baktığımız zaman şapkanın meselesinin bir istisna olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Ama dayatıldığı zorla giydirildiği durumda şapkayı ters çevirmek suretiyle secdeye engel olmayacak bir hale dönüştürülmesi, dolayısıyla da zorunluluğun ortaya çıktığı bir mübahlık durumundan bahsetmemizi mümkün kılmıştır. Ama onun dışında genel olarak yaklaşım tarzına baktığımızda, çok aktif bir sabır üzerinden biçimlenmiş bir muhalefet tarzıyla karşılaşıyoruz.
Abdulvahid Gezer: Teşekkürler hocam.
Cam Kulübeden’de bugün “müspet hareket” kavramını konuştuk. Müspet hareketin temeline rıza-ı İlahi’yi alan bir iman hizmeti olduğunu fakat aynı zamanda siyasi izdüşümleri olduğundan da bahsettik.
Bugünlük programımız bu kadar. Önümüzdeki programda görüşmek üzere.