olamayacağı hususunu tayin ve tahdit etmiştir. Lâkin makam ve garaza göre bazen o mânâ muallak bir mânâyı teşerrüb edip içine celp eder. Dolayısıyla lâfzın asıl sahibi olan o mânâ misafirine bir suret ve bir üslûp olur.
Keza lisan fıkhının ârifi teemmül edince bilir ki, lâfz-ı müşterekin ekseriyetle mânâsı birdir. Daha sonra muhtelif münasebetler sebebiyle teşbihler vuku bulur. Sonra o teşbihlerden mecazlar hâsıl olur. Sonra o mecazlardan örfî hakikatler doğar. Sonra o örfî hakikatlerden başka şeyler meydana gelir ve hâkeza. Böylece o bir mânâ taaddüd eder. Meselâ, "ayn" isminin tek mânâsı vardır—ki o da basar veya su kaynağıdır—sonra güneşe de ıtlak olunmuştur. Bu ıtlaktaki remiz şudur: Âlem-i ulvî onunla âlem-i süfliye bakar veya mâ-i hayat olan ziya; o muazzam beyaz dağdaki membadan akıp gelir.
Başkalarını buna kıyas et.
Dokuzuncu Mesele:
İ'lem eyyühe'l-aziz! İrade-i cüz'iyeyi, fikr-i şahsîyi ve tasavvur-u basiti âciz bırakan belâgatin en yüksek tabakası şudur:
Mütekellim, kuyud-u kelâmın nispetlerine, kelimelerin irtibatlarına ve cümlelerin muvazenelerine muhît bir nazarla bakmalı ve onların hepsine birden riayet edip heyet-i umumiyelerini muhafaza etmelidir ki, her biri diğeriyle beraber, nakş-ı âzama vâsıl olan bir müteselsil nakış izhar etsin. Hattâ mütekellim, sanki onda bir çok aklı, kendi aklının muavinleri olarak istihdam etmiş de o netice hâsıl olmuştur. Bir sarayın ustası gibi; usta, renkli taşları yerlerine öyle bir vaziyette yerleştirir ki, her birinin diğer hepsiyle beraber münazara ve muvazenesinden—Hulefâ-i Raşidinin yazılı olduğu müşterek hattaki "ayın" harfi
olamayacağı hususunu tayin ve tahdit etmiştir. Lâkin makam ve garaza göre bazen o mânâ muallak bir mânâyı teşerrüb edip içine celp eder. Dolayısıyla lâfzın asıl sahibi olan o mânâ misafirine bir suret ve bir üslûp olur.
Keza lisan fıkhının ârifi teemmül edince bilir ki, lâfz-ı müşterekin ekseriyetle mânâsı birdir. Daha sonra muhtelif münasebetler sebebiyle teşbihler vuku bulur. Sonra o teşbihlerden mecazlar hâsıl olur. Sonra o mecazlardan örfî hakikatler doğar. Sonra o örfî hakikatlerden başka şeyler meydana gelir ve hâkeza. Böylece o bir mânâ taaddüd eder. Meselâ, "ayn" isminin tek mânâsı vardır—ki o da basar veya su kaynağıdır—sonra güneşe de ıtlak olunmuştur. Bu ıtlaktaki remiz şudur: Âlem-i ulvî onunla âlem-i süfliye bakar veya mâ-i hayat olan ziya; o muazzam beyaz dağdaki membadan akıp gelir.
Başkalarını buna kıyas et.
Dokuzuncu Mesele:
İ'lem eyyühe'l-aziz! İrade-i cüz'iyeyi, fikr-i şahsîyi ve tasavvur-u basiti âciz bırakan belâgatin en yüksek tabakası şudur:
Mütekellim, kuyud-u kelâmın nispetlerine, kelimelerin irtibatlarına ve cümlelerin muvazenelerine muhît bir nazarla bakmalı ve onların hepsine birden riayet edip heyet-i umumiyelerini muhafaza etmelidir ki, her biri diğeriyle beraber, nakş-ı âzama vâsıl olan bir müteselsil nakış izhar etsin. Hattâ mütekellim, sanki onda bir çok aklı, kendi aklının muavinleri olarak istihdam etmiş de o netice hâsıl olmuştur. Bir sarayın ustası gibi; usta, renkli taşları yerlerine öyle bir vaziyette yerleştirir ki, her birinin diğer hepsiyle beraber münazara ve muvazenesinden—Hulefâ-i Raşidinin yazılı olduğu müşterek hattaki "ayın" harfi